YAŞAM 

‘KENDİNE ÜZÜLME’ ÇEMBERİNİN DIŞINDA

Bitmek bilmeyen baş ağrısı işini yapmasına engel oluyordu. Sakinleşmeye çalışıp birkaç derin nefes aldı ve yeniden yazmaya devam etti. Pek de başarılı olamamış olacak ki çok zaman geçmeden istemeye istemeye kalemi elinden bıraktı, bir su aldı kendine. Sakinleşmek, dinlenmek istedi. Ne yapmak lazımdı şimdi, bu işin içinden nasıl çıkardı? Hem bir yol bulma umuduyla şakaklarını ovuyor hem de baş ağrısının geçmesini temenni ediyordu. Stresten terleyip titreyen elleri ona ait değilmiş gibiydi, birden yabancılaşmıştı vücuduna. Bu zihin, bu beden kimin eseri, neyin esiri oluvermişti bir anda? Kendiyle karşılaşsa tanıyamazdı kendini; ama zaten o da bilerek yolunu kendine pek düşürmez, aynalardan sakınırdı yüzünü. Geçen son birkaç ay ne de çok şey götürmüştü ondan, eksilmişti, eksildikçe taşmıştı ruhu, kalıplara sığamaz, düşüncelerine yetemez hale gelmişti. Kafasında dönüp duran sesleri, yankısını bastırmayı başaramayınca bir hışımla kalktı masadan. Hafiften esen rüzgâra karşı bir ceket alıp attı kendini sokağa.

Ne yaptığına giden yolu bulma umuduyla adımlarını hızlandırdı. Yeni başlangıçların üzerinde eğreti durmuş hevesiyle sokakları turlamaya başlamıştı. Daha da yeniyken çok heyecanlı, çok hafif hissettiği anıları hatırlayarak yolunu bulmaya çalışıyordu. Hem kaybettiği hem de kaybolduğu anlarda çırpınıp duruyordu. Hızla inip kalkan göğsü ve kızaran suratı çaresizliğini ele veriyordu. Şu günlerde kafasında dönüp duran bazı kelimelerin, cümlelerin peşine düşmüştü. Aynı zamanda avladığını düşündüğü sahada av olma ihtimalinin farkındalığıyla sık sık yüzleşiyordu. “Şu an ne yapıyorum?” diye kafasını kaşıyıp duruyordu. Her gece bir “olma”, aslında “olamama” halinden geleceğine mektup yolluyordu. Hiç kavuşmadığı, nasıl bir his olduğunu bilmediği ama öyle sohbetlerde duyup da imrendiği şeyleri hayatına dâhil etmek istiyordu. “Sabit olmak, düzeni olmak, hatta biraz daha ötesi sıkıcılaşmak istiyorum” diye düşünüp duruyordu.

Kafasının içinde dönüp duran seslerin dışa vurumu her zaman çok zor gelirdi, hâlâ da öyle geliyor ama sanırım artık yorgunluğunu paylaşmak istiyordu. İkilemler, ikilemin de ötesinde çok seçenekli olmanın getirdiği ne yapacağını bilmezliğin kahrı yolun ötesinden belli oluyordu.

Akıl bulantılarının had safhalarda olduğu şu zamanlarda makullüğe, tekdüzeliğe olan inancını kaybetmiş durumdaydı. Çelişkiler ve soru işaretleri tarafından yoğrulan zihninin tek doğrultuda gidebiliyor olması lüks olurdu herhalde. Yaşadığı yahut yaşayamadığı uhde olarak kalmış tüm tecrübelerin ahıyla gezinmeye devam ediyordu sokaklarda. Bu, olana varamamış olma halinde dolanan bir hikâyeydi.

Her gün, her an düşünselleri tarafından bertaraf olmaya açık, mağlupmuşçasına yorgun bir zihin ve güneşten dahi kaçan bir bedene mahkûmdu. Yorgunluğu saçlarının akından değildi, aksine oldukça genç ve dinç bir vücuda sahipti. Sanki bu histen besleniyor gibiydi, kendine üzülüyordu. Anlaşılamadığını düşünmek, anlatamadığını düşünmekten daha kolay geliyordu. Donkişot olmaktan vazgeçeli epey olmuştu; ne yel değirmenleri vardı ne de tahta bir kılıç. Öfke, kin, hatta kırgınlık dahi beslemiyor olsa gerekti ki tahta kılıcını bile bırakmıştı elinden. Matemini epeyce gürültülü tutan zihni, sokakların boşluğunu dolduruyordu. Yine de minnet duymayı ihmal etmedi, ıstırabına hoşluk sağlayan sokaklara bir teşekkür savurdu.

Alışmaktan her zaman nefret etmişti, tetikte olmak ve beklentide olmamak hep daha makul hissettirirdi. Ama artık alışmak, mücadele etmeden teslim olmak istiyordu. Benimsemesi lazımdı, hazmetmesi lazımdı ki yarını kucaklayabilsin. Ama o, bu hayatı benimseyemiyordu, ortada ne benliğini ne de yarınını bırakan bu hayatı tanıyamıyordu.

Öylece devam etti yoluna, ‘kendine üzülme’ çemberinden çıkma umuduyla…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar